MUTLU
VE HUZURLU BİR HAYALDİ BEŞİKTAŞ
Mutlu
ve huzurlu bir hayaldi Beşiktaş,
İstanbul'da
doğan ve yine orada,
Süleyman
Seba ile ölen.
Çocuk olduğum yıllarda büyüklerden duyduğumu hatırladığım
bir söz var. Zaman ne de çabuk geçti. Bu türden söylemler küçükken pek bir şey
ifade etmiyor ama zamanla söylenen birçok sözün gerçek olduğuna bizzat şahit
oluyoruz. Evet, bu söz de gerçekmiş. Zaman ne de çabuk geçiyormuş. Oysa dün
değil miydi Beşiktaş’ın soğuk bir Eylül gecesi Borussia Dortmund’a misafir
oluşu? Gerçekten otuz iki sene geçmiş olabilir mi? Maç 1989 yılında oynandığına
ve şimdi 2021 olduğuna göre geçmiş olmalı.
O maçın oynandığı gece küçük bir çocuktum. Dünya
benim için öylesine büyük, korkutucu, bilinmezlerle dolu ve aynı zamanda büyüleyiciydi
ki, kalbimdeki tutkuyu dün gibi hatırlıyorum. Nereye koyacağımı bilemediğim bir
ateşe dönüşen o tutku, kalbimde alev alev yanıyordu. Hayat bu ya, o ateş
yaşadığın sürece orada yanmaya devam ediyor ama attığın her adımda güç
kaybetmeyi de sürdürüyor. Sonunda bir mum ışığına dönüşüp, sessizce yanmaya
devam ediyor. Ona baktıkça gerçekte kim olduğunu hatırlıyorsun ve yola devam
ediyorsun ama işte yine de eskisi gibi olmuyor. O zaman elimizde kalan son mum
ışığını sonuna kadar kalbimizde taşımak, bir insan için en şerefli görev olmalı.
Borussia Dortmund maçı gecesi kalbimdeki ateşi
koyabileceğim bir yer bulduğum geceydi. Bütün ateşi bir yere koymak elbette
aptallık olur ama o Beşiktaş, kalbimdeki alevlerin bir kısmına sahip olmayı hak
ediyordu. Ben de esirgemedim, tuttum bir tutam alev, verdim ona. Bu maç, aradan
geçen onca yıldan sonra kritik pozisyonlarını ve gollerini tüm detaylarıyla
hatırladığım tek maç oldu. Malum, bu benim Beşiktaşlı olduğum geceydi. Daha
öncesinde yine Beşiktaşlı olan babamın maçları nasıl büyük bir tutkuyla
izlediğini hatırlıyorum. Maç sırasında evin perdelerini kapatarak ortamı
sinemaya çevirmesini, sehpanın üzerindeki çerez ve meyve tabaklarını, sadece
maç izlerken içmeyi tercih ettiği soğuk birayı hatırlıyorum. Bunlar hatırlaması
güzel detaylar ama bütün hikâye bundan ibaret değil. Maçı izlerken nasıl
bağırdığını, hakeme sövdüğünü, takımın yenilmesi durumunda nasıl sanki bir yakınını
kaybetmiş gibi çöktüğünü de hatırlıyorum. Borussia Dortmund maçını izleyip
Beşiktaşlı olduğum gece emin olduğum bir şey vardı. Evet, ben de Beşiktaşlı
olacaktım ama böyle bir Beşiktaşlı olmayacaktım.
Babam, daha sonrasında beraber izlediğimiz bir
maçta, hakemin verdiği karardan sonra televizyona yastık fırlatmıştı. O zaman
bu öfkenin kaynağını çok merak ettim. Pozisyonun tekrarını dikkatle izledim ve
aslında hakemin verdiği kararda haklı olduğunu gördüm. Bu fikrimi dile
getirdiğimde bana çok kızdı.
“Sen nasıl Beşiktaşlısın?” diye sordu,
öfkeyle.
Bu soru beni fazlasıyla şaşırtmıştı çünkü
hakemin verdiği kararla Beşiktaşlı olmak arasındaki bağlantıyı çözememiştim.
“Aynısı geçen hafta bizim takımımıza olmuştu,”
diyerek söze devam etti. “Bu sefer de bizim lehimize olsa ne olur?”
O gün Beşiktaşlı olma konusunda babamla
yollarımız ayrılmaya başladı zira ben bu düşünceyi asla kabul edemezdim. Babamın
olduğu şey Beşiktaşlı olmak değildi. Taraftar olmaktı. Ben asla Beşiktaş’a
taraf olmayı kabul etmedim. Taraf olmak adaleti ve doğruluğu bir kenara
itmektir. Neye mal olursa olsun kazanmaya odaklanmaktır. Hem Beşiktaşlı hem de
Beşiktaş taraftarı olamazsınız. Bununla ilgili eski bir arkadaşımla yaptığımız
sohbeti hatırlıyorum.
“İyi söylüyorsun ama konuya çok felsefi
yaklaşıyorsun,” demişti. “Adamın hayatında başka bir şey yok. Varı yoku Beşiktaş.
Tribüne çıkıp takımı destekleyen adama bunu anlatamazsın.”
Doğru söylüyordu. Ben de hayatının Beşiktaş
olduğunu söyleyen ve taraftar olan birine bu felsefeyle gitmemeliydim çünkü bu
vakit kaybı olurdu. Öte yandan bu benim için bir yalanı yaşamak anlamına
geliyordu. Asla başarı yüzü görmeyecek olan bir yalanın tribün ayağı.
Yalan söylemenin yanlış olduğunu hepimiz biliyoruz
ama bence yalan söylemekten daha kötü olan bir şey varsa, o da kendine yalan
söylemektir. Yalanlar üzerine kurulmuş bir düzenin başarılı olması mümkün
değildir. Hakemin verdiği doğru bir penaltı kararı sonucunda takım elinden
şampiyonluğu kaçırabilir ama şampiyonluk hakem penaltı verdiği için elden gitmemiştir.
Şampiyonluk takım o penaltıya sebebiyet vermeden maçı tamamlayacak kapasitede
olmadığı için gitmiştir. Eğer bir takım başarıyı hak etmediği halde kupa
kaldırdıysa, ertesi sene Avrupa Kupalarına çıktığında sonucu hüsran olur çünkü gerçekte
sadece adı şampiyondur. Bunun birçok örneğini görmek isteyen basitçe Türkiye
Futbol Ligini takip edebilir. Dikkat ettiyseniz aradaki Süper kelimesini
kullanmadım. Birileri artık başına süper koyunca ligin süper olmayacağını
anlamalı.
Borussia Dortmund maçına geri dönelim. O soğuk
ve heyecan verici Eylül gecesine. Beşiktaş o gece tüm performansını ortaya
koydu. Beşiktaş, Türkiye şartlarında sahaya sürülebilecek en iyi kadroya
sahipti. Uzun yıllar beraber oynamış köklü bir takımdı. Öyle ki o kadroyu bugün
bile kalecisinden golcüsüne kadar tek tek sayabilirim. Yıllara damgasını vuran Metin,
Ali ve Feyyaz üçlüsü de sahadaydı. Onları canlı izleme fırsatını bulan nesilden
olmak öylesine gurur verici ki anlatamam. Öylesine muhteşemdiler ki. O gece
adeta tarih yazdılar ve Türkiye’deki herkesi kendilerine hayran ettiler. Peki
sonucunda ne oldu? Beşiktaş sahadan 2-1 yenilgiyle ayrıldı. Peki öylesine
muhteşemdiler de neden yenildiler? Bu nasıl tarih yazmak? Rüya aleminden
sıyrılıp objektif bir şekilde değerlendirildiğinde, aslında durum çok daha
farklıydı. Beşiktaş uzun yıllara yayılan ve köklü bir oluşumun sonucu olan bu
takımla yapabileceğinin en iyisini yapmıştı. Karşılarındaki takım ise sanki
insanlardan değil makinelerden oluşuyordu. Beşiktaşlı oyuncular maçın ikinci
yarısında yorulmaya başladılar. Meşhur üçlüden Metin’in sağ kanattan yaptığı
ataklarda teklemeye başladığı açıkça görülebiliyordu. Yıllar sonra bir kez daha
baktığımda, aslında Beşiktaş’ın o gece muhteşem görünme sebebinin başarılı olması
değil, ortaya direnç koyması olduğunu fark edecektim. Daha da kalp kırıcı olan
ise, aslında rakip takımın oyunu canının istediği gibi yönlendirdiği ve sonuca mutlak
bir şekilde karar verdiğiydi. Beşiktaş sahada sadece kendine verilen rolü
oynuyordu ve hiçbirimiz bunun farkına varacak kapasitede değildik.
Kendimize söylediğimiz yalanların en büyüğü, Türkiye’nin
bir futbol ülkesi olduğudur. Oysa 2019 yılı Kasım ayı itibarıyla stadyumda maç
izlemek üzere kaydolarak kart almış olanların sayısı sadece beş milyon kişidir.
Türkiye’de seksen beş milyondan çok insan yaşadığına göre, aslında halkın büyük
bir çoğunluğunun futbola ilgili olmadığını açıkça görebiliriz. Gerçekte futbol
ülkesi olmayan Türkiye’nin mevcut futbol sektörü de ne yazık ki doğru ellerde
değildir. Eğer olsaydı, yüz yaşına basmaya hazırlanan ve daha öncesinde kökleri
binlerce yıl geriye dayanan Türkiye, yenilmesi neredeyse imkânsız futbol
takımlarına sahip olurdu. Bunun yerine ısrarla alt yapı konusuna yeterli önemi
vermeyen ve takımları yabancı futbolculardan oluşan kulüplere sahibiz. Baş
döndüren fiyatların konuşulduğu ve sürekli yenilenen oyuncularla bir türlü
dikiş tutturamayan onlarca kulüp, spor kirliliği oluşturmaktan başka bir şeye
yaramıyor. Devlet imkanlarıyla yapılan dev stadyumların şaşalı görüntüsü bile göz
boyayamıyor. Seksen beş milyon insan içerisinden doğru düzgün bir milli takım
bile çıkartamayan Türkiye, büyük bir kısır döngünün içerisinde kaybolup
gidiyor.
Aradan bunca yıl geçtikten sonra bir şeylerin
değişmiş olabileceğini ve benim fazlasıyla olumsuz düşünceler içerisinde
olduğumu söyleyebilirsiniz. Haklı olduğumu göstermek için, sizi Beşiktaş’ın otuz
iki yıl sonra tekrar bir Avrupa Kupasında Borussia Dortmund takımına karşı oynadığı maça götürmek istiyorum. Otuz iki senede elbet bir şeyler değişmiş
olmalı, öyle değil mi? Maçı izlemediyseniz ben söyleyeyim. Beşiktaş yine
muhteşem bir futbol sergiledi ve sahadan aynı skorla 2-1 yenik ayrıldı. Beşiktaş,
Alman takımı ne kadar izin verdiyse o kadar oynadı. Ve size bir sürpriz daha.
Almanlar artık makine gibi oynamıyorlar. Sibernetik organizmaya dönüşmüşler.
Disiplin öyle bir seviyeye gelmiş ki, tek bir hataya yer yok. Karşılarında ise
yine varını yoğunu ortaya koyan kahraman bir Beşiktaş var. Hem de Metin, Ali ve
Feyyaz bile yok. Ne kadar adaletsiz bir oyun.
Buradan şu sonucu çıkartabiliriz. Otuz iki
sene önce bir Türk takımının tam kadro yabancılardan oluşması yasaktı. Şimdi
ise serbest. Demek istediğim, yabancı oyuncu kotasını arttırarak başarı elde
etmeyi hayal etmek profesyonellik dışıdır. Takımın yüzde sekseni Türk
oyunculardan oluşunca da aynı sonucu alıyorsun, neredeyse yüzde yüzü yabancı
oyunculardan oluşunca da. O zaman bunca parayı yabancı futbolculara vermenin
anlamı nedir? İşte yine burada alt yapının önemi klişesi devreye giriyor. Klişe
diyorum çünkü alt yapı, sözü en çok geçen ama asla üzerine eğilmediğimiz bir
değerdir. Bunun sebebi ise, dünyanın kirlenmesini ve yakında yaşanamaz bir hale
gelecek olmasını umursamayan petrol şirketlerinin devletleri bloke etmesi gibi,
yanlış yönetilen menajerlik sisteminin alt yapının önünü keserek olası büyük
başarıları bloke etmesidir.
Eskiden en azından bir Süleyman ağabeyimiz
vardı. Beşiktaş’ın hakkını yedirmez ama Beşiktaş’ın da başkasının hakkına
girmesine izin vermezdi. Vefat ettiğinde, adına hazırlanan bir belgeselde konuşan
Ahmet Dursun’un sözlerini hatırlıyorum. Süleyman ağabey, Ahmet’i Beşiktaş’a
transfer etmişti ama ona daha önce oynadığı takımda kazandığı paranın yarısını
vermişti. Başarılı olursa daha fazlasını vereceğine de söz vermişti. Ah Süleyman
ağabey. Bırak seni örnek almayı, senin yarın kadar düşünebilselerdi, Türkiye’de
futbol bugün çok daha farklı olurdu.
O yüzden diyorum ki, mutlu ve huzurlu bir hayaldi Beşiktaş, İstanbul'da doğan ve yine orada, Süleyman Seba ile ölen.
Aralık 2021